Okunması Dileğiyle..
KAİRA
1 Mart 2008
Kaira gölüne yaklaşan General Muzaffer, her adım attığında bir yem taneciği bulma ümidiyle yere inen bülbüller, baskına uğramış insanlar gibi kaçmaya başladılar. Bu duruma muzip bir şekilde bakıyordu Muzaffer. Dudağının kenarında hafif bir tebessüm belirdi ve çenesini göğe kaldırdı. İnce ve kızarmış göz kapakları arasından gözyaşları firar etti. Geçmişin yükünün tüm ağırlığını hissetti omuzlarında. İşte o zaman yaşadığı geçmiş çekilmez bir hale gelmişti. Yaşadığı kayıplar, göğsünde hissettiği acılar, önündeki yitirilmişlikler ve yaşanma şansı varken yaşanamayanlar...
“ Dede, dedeciğim bak ne buldum.”
Torununun sesiyle geçmişinden irkilerek koptu. Kafasını Zeze’ye doğru çevirdi.
“Nereden buldun sen onu cıvadı (afacan) kerata. Hangi toprağı eşeledin de buldun o mermi kovanını.”
”Deyha urada buldum dede” dedi Kaira’nın bucağını göstererek.
“Azıcık gölden ırakta ziftin, almayayım seni ayağımın altına.”
Bir süre gezdirdi muzdarip bakışlarını mermi kovanında. Kafasını iki yana sallayarak kendine gelmeye çalıştı. Ne idi muzafferi bu kadar düşündüren. Tam o sırada Zeze bir kozalak alarak dedesinin sırtına fırlattı. Dedesi onu hızlı bir şekilde omzuna alıp, torununun tatlı çığlıkları eşliğinde ormandan eve doğru yol aldı. Küçük müstakil evleri görüş açılarına girdiğinde, Miçonun havlamaları duyuldu. Zeze müthiş bir mutlulukla Miço’ya koşmak için dedesinden kendisini indirmesini istedi ve köpeğine doğru koşmaya başladı.
Miço Zeze’nin üstüne atlayıp yüzünü yalamaya başladı. Bunu üzerine dedesi torununun afacanlığına gülerek eve girdi. Salonda bulunan iki koltuk, tombul fıçıdan yapılmış bir sehpa, el emeğiyle dokunmuş halılar, koltuğun hemen karşısında bulunan gri tüplü televizyon eskileri anımsatıyordu. Karısına yardım etmek için mutfağa geçen Muzaffer, Zeze’nin sesini duyarak salona geri döndüğünde torununu toz içinde görünce şaşkınlığa uğradı.
Onu banyoya götürerek üstünü kirden arındırdı, kıyafetlerini giydirdi ve salona geri döndüklerinde Makbule’nin hazırlamış olduğu enfes kokulu yemeklerle karşılaştılar. Muzaffer baş köşeye torununu yanına alarak oturdu.
“Ne ettünüz bugün bey.“
“İş güç uğraşıp durduk sonra bizim keratayı göle götürdüm.”
Makbule Hanım başlattığı hoş sohbet yemek boyunca devam etti. Lakin Zeze yemek yedikten sonra üzerine çöken yorgunlukla durgunlaştı. Makbule bu havayı dağıtmak için kocası ve torununa, hazırladığı çay ile şekerpareyi servis etti.
Zeze dedesiyle büyümüştü. Bu hayatta sahip olduğu tüm bilgileri ve yeteneklerini dedesinden ediniyor olmasını yanı sıra okul hayatında da çok başarılı bir öğrenciydi. Muzaffer ne olursa olsun Zeze‘nin anne ve babasının yokluğunu hissettirmemişti. Torunu onun için çok önemli ve değerliydi. Mutlu bir yaşantıları vardı. Lakin hep böyle sürer miydi orası muamma.
Gece saat 2 sularında Zeze ve Muzaffer haricinde uyumuştu tüm ev halkı. Muzaffer bu aralar düşünceliydi içini kemiren bir şeyler vardı ama kestiremiyordu. Düşünmekten uyuyamaz olmuştu. Ne kadar Zeze’ye yansıtmamaya çalışsa da Zeze zeki çocuktu anlardı. Torunu bir süre yanan sobaya baktıktan sonra pencereden yıldızları izlemeye kanaat getirmiş olacak ki adımlarını pencereye yöneltti. Büyülenmiş gibi yıldızlara baktıktan sonra köpeğine gözü takıldı.
“Dede dışarı çıkalım ne olur.”
Normalde reddetmesi gerekiyordu ama temiz hava almak Muzaffere de çok iyi gelecekti.
“Sıkı giyin evlat bekliyorum“ dedi.
Zeze geri döndüğünde birlikte çelik kapıya doğru yöneldiler. Kapının hemen sağında bulunan Ahşap askılıktan paltolarını alarak dışarı yöneldiler. Zeze Miço’ya bakınca uyuyor olduğunu görmüş ve oflayarak dedesinin yanına adımladı. Evin önündeki çardakta sigarasını tüttürüyor ve düşünceli düşünceli semaya bakıyordu.
“Ne oldu yoksa uyuyor mu?”
Evet dercesine mutsuzca kafasını iki yana salladı. Her zamanki gibi torununu üzgün görmekten hiç hazzetmeyen Muzaffer torununa devamlı yaptıkları şey olan Kaira‘ya gitmeyi teklif etti. Aslında hiç istemiyordu gitmeyi fakat torununun Kaira’ ya olan sevgisinden kaynaklı ne kadar mutlu olabileceğini kestirebiliyordu. Duyduğu şeyle sevinç ve şaşkınlıkla dedesinin boynuna atlayan Zeze ile dedesi Kaira’ya doğru yol aldılar.
Gelmişlerdi. Her zamanki gibi yıkık dökük harabe evlerle ve yerlerde çürüyecek raddeye gelmiş mühimatlarla ıssız ve korkunç bir havası vardı Kaira’nın. Tekrar eskileri yad eden Muzaffer bu düşüncelerden kurtulmak istercesine hafifçe yanağına vurdu ve yan yana duran iki büyük kayadan birine oturdu Muzaffer. İçindeki sıkıntı bu sakin havayla azalma yerine git gide daha da büyümüştü. Sanki ruhu bedenine ağır geliyordu. Zeze göle yaklaşmaya başladı.
Bu durum Muzaffer’in çok zıftına (sinirlenmek) gitmişti. Torununa bir şey olacak korkusu vardı hep içinde. Zeze uzaklaştığı için dedesini duyamamıştı. Göle yaklaşıp elini suya daldırdı çünkü Zeze suyu çok severdi. Göle o kadar yakındı ki her an düşebilirdi.
“Zeze Zeze gel buraya...“
Zeze dedesinin telaşlı sesini duyunca panikle geriledi. Tam o sırada Muzaffer göle varmıştı. Bir göle bir de torununa baktı ve başına aniden keskin bir ağrı girdi. Lanet olsundu. Yıllar evvel burada olanları hatırladı. Rüzgar daha da kuvvetli esmeye başladı. Muzaffer başını tutup geriye sendeledi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Zeze, Muzaffer’i ilk defa böyle görüyordu. Ürkmüştü. Adeta ölümün karanlığını andıran siyah gözleri şaşkınlıkla büyüdü.
"D..dede iyi misin…"
....
Sabah saatlerinde Muzaffer uyandı ve yavaşça yatağının köşesinde bulunan pencereye doğru uzandı açtı ve temiz havayı derince içine çekti. Bir kez daha doğayla iç içe yaşadığı için mutluluk duyuyordu; çünkü kimsede bulamadığı huzuru doğada buluyordu. Yüzündeki tebessümle yataktan kalktı terliklerini giyerek ihtiyaçlarını gidermek için banyonun yolunu tuttu. Ardından mutfaktan gelen sesler üzerine adımlarını mutfağa yöneltti.
"Günaydın Hanım."
"Günaydın Bey dün akşam canın sıkkun gibiydü bir sıkıntı yoktu inşallah."
"Yok hanım yok elhamdüllilah iyiyim."
"Kerata çok yoraldu galibe sesi solağı çıkmayu."
"Ben bir bizim toruna bakayım."
Aniden içine düşen huzursuzlukla Zeze’nin odasına doğru yürüdü. İçindeki kasveti dağıtmak istercesine yüzüne bir tebessüm yerleştirdi ve odanın kapısını araladı fakat yatağı boş görünce yüzündeki gülümseme yavaşça soldu. Bu çocuk nereye kaybolmuştu? Belkide dün göremediği köpeği Miço’nun yanındaydı hemen telaşa kapılmamalıydı. Bahçeye çıktığında Miço’nun bahçede huzursuzca sağa sola gittiğini gördü. Neler oluyordu burada. Makbule hanım içerden kahvaltı hazır diye seslendi. Muzaffer içeriye geri geçip tüm odalara tek tek baktı. Miço huzursuzluğunu daha sonra çözecekti. Belki de torunu onunla yine oyun oynuyordu "cıvadı çocuk" diye geçirdi içinden. Hayır yoktu hiçbir yerde. Belki de ormana gitmişti ve yahutta Kaira’daydı. Hanımına haber verip birlikte giyinip Kaira’ya doğru ilerlediler. Tüm yol boyunca Zeze ye seslendiler, lakin nafile... Zeze’den en ufak bir ses yoktu. Gölün etrafını saatlerce didik didik aradılar. Hava kararmaya başlayınca jandarmaya haber verdiler. Aradan geçen yarım saatin sonunda jandarma göle ulaştı. Saatler geçmişti Muzaffer ve Makbule kafayı yemek üzereydi. Torunlarından tek bir haber dahi yoktu.
Günler geçmişti aradan. Bu çocuk nereye giderdi. Günden güne tükenen Muzaffer torununun bulunması için gece gündüz dua ediyordu. Çok garipti çünkü torunuyla geçirdiği son geceyi hatırlayamıyordu sahi ne olmuştu o gece. Neler dönüyordu burada çıldırmak üzereydi. Çocuktan tek bir iz dahi yoktu. Torununun başına ne gelebilirdi ki nereye giderdi o küçücük ayaklarıyla.
Günler günleri kovalarken jandarma ümidi kesmiş vaziyetteydi. Aramalara ara verilmişti. Aradan tam 17 gün geçmişti. Bu yetmezmiş gibi Makbule Hanımın ablası hastalanmıştı o da ablasına bakmak için 3 gün önce Rize’ye gitmişti. Saat gecenin üçü idi. Muzaffer günlerdir tek dakika uyku uyuyamamıştı. Yatakta kıvranıyordu. Bahçeden Miço’nun havlama sesi gelmişti. Muzaffer başta duraksadı çünkü günler sonra ilk kez havlamıştı. Zeze'nin ortadan kaybolduğu günden beri çok huysuz ve sinirli bir köpek olmuştu. Ev çok sessizdi. Neredeydi torununun o şen kahkahaları? Neredeydi cıvadılıkları? Çok özlemişti onu. Şimdi ise Muzafferin bir ölüden farkı yoktu. Artık yeterdi. Bu acı bitsindi. Lakin elden bir şey gelmiyordu. Yataktan doğruldu. Zeze'nin odasına doğru adımladı. Odanın kapısını açtığı anda Zeze'nin o bebeksi kokusu doldu burnuna. Daha içeriye girmeden kapısını geri kapattı. Olmazdı ağlamamalıydı güçlü olmalıydı çünkü torunu hayattaydı. Bunu adı gibi biliyordu. Bir hışımla evin kapısına doğru ilerledi. Paltosunu aldı ve Kaira’nın yolunu aldı. Bir süre sonra varmıştı. O iki büyük kayadan birine oturdu. Paltosunun cebinden sigara paketini çıkardı ve bir sigara yaktı. İçindeki tüm kötülüğü karamsarlığı dışarı atmak istercesine dumanını göğe bırakıyordu. Kafasını eğip Kaira’ya baktı. Ne de severdi Zeze suyu. Derince bir iç çekti. Çekirge sesleriyle kafasını sağa çevirdi. Bakışları yerdeki mermi kovanını buldu. Bir süre bakışlarını kovanda gezdirdikten sonra gözlerinin dolduğunu hissetti. Tam geçmişine dalmışken arkadan dal kırılma sesi geldi. Muzaffer irkilerek bakışlarını o yöne yöneltti. Gördüğü şeyle bir süre şaşkınlıkla yerinde kalıverdi. Elleri titremeye başlamıştı ve vücudu kasılmıştı.
"Z..Zeze..."
Bir adım attı torununa doğru çok özlemişti onu. Zeze gülümsüyordu.
Torunu koşarak dedesine doğru geldi ve sarıldı. Muzaffer şok içindeydi hareket edemiyordu. Hayal mi görüyordu yoksa? O kadar şaşkındı ki minicik bedenin sarılışına dahi karşılık veremiyordu. Zeze’yi omuzlarından tutarak hafifçe kendinden ayırdı.
"Neredeydin sen Zeze!" dedi ağlamaklı sesiyle.
"Buradayım ya dedeciğim. Ben hiç gitmedim ki."
"Ne demek gitmedim neredeydin günlerdir. Kafayı yedik. Her yerde seni aradık. Bakmadığımız köşe bucak kalmadı... Gel buraya çok özledim seni kerata." diyerek torununa sarıldı. Günlerdir cehennemi yaşadığı bu dünyada cenneti bulmuştu. Torununu daha fazla yormamak için ona eve gitmeyi teklif etti.
"Hadi gel omuzuma güzel torunum eve gidelim."
Omuzunda Zeze ile evin yolunu tuttu.
Eve vardığında anahtarla kapıyı açıp içeri girdiler. Anahtarı sağdaki dolaba koydu. Zeze eskisi gibi değildi sanki, çok az konuşuyordu.
"Gel bakalım kerata yatıralım seni sabah bana her şeyi detaylıca anlatacaksın."
"Hı hım tamam dedeciğim."
O kadar özlemişti ki torununun sesini. Zeze’yi yatağına yatırdı. Uyuyana kadar yanında kaldı. Zeze rahat uyusun diye kendi odasına döndü. "Şükürler olsun Allah’ım” diyerek uykuya kapattı.
Muzaffer gözlerini yavaşça araladı mutluydu. Yandaki komidinde tıkırdayan sese gözü kaydığında şok oldu. Saat akşam 7 idi. Bu kadar uyumuş muydu gerçekten. Ee tabi torununu bulmuştu huzurla uyuması normaldi. Hızlıca yataktan kalkan Muzaffer olanların rüya olması korkusuyla Zeze'nin odasına gitti. Kapıyı açtı onu yatağın üstünde huzurlu bir uyku çektiğini görünce içi ferahladı. Uyandırmak istedi lakin çocuğun yorgun olduğunu düşünerek odadan çıktı. Mutfağa yöneldi. Yemek hazırlayacaktı. Makbule Hanım evde olmadığı için yemekleri o yapacaktı. Menemen yapmaya karar verdi. Çok severdi Zeze. Dolaptan biber ve domates çıkararak yıkadı. Doğradığı malzemeleri tavada pişirmeye başladı. Zeze'yi uyandırmadan sofrayı hazırladı. Mutlu bir şekilde torunun odasının yolunu tuttu.
"Oğlum uyan bakalım neler hazırladım sana zibidi."
Diyerek gıdıklamaya başladı. Gülerek uyandı Zeze.
"Tamam dedeciğim dur..!"
İkisi birlikte oturdular sofraya. Muzaffer'in aklını kurcalayan binlerce soru vardı ama torunuyla güzel vakit geçirmek istiyordu. Kafasındaki düşünceleri ertelemişti. Zeze'nin şen kahkahaları arasında yemek yemek için salona geçtiler. Belki bugün Zeze'yi eğlendirmek için şehir merkezine götürebilirdi.
"Zeze yakışıklı oğlum benim eğer yemeğini bitirirsen seni şehrin merkezindeki o büyük lunaparka götüreceğim."
"Hayır dedeciğim uzun zamandır Miço ile oynamıyorum beni özlemiştir.
"Tamam evlat nasıl istersen ama önce o yemeğini bitir."
"Tamam dedeciğim."
Zeze Miço ile oynamak için yemeğine gömüldü köpeğini özlemişti hemen yemek yiyip bahçeye çıkmak istiyordu. Bahçeye çıktıklarında Miço'nun yanına yaklaştı. Muzaffer onları gülümseyerek izledi. Miço Zeze'ye hiç tepki vermiyordu. Dedesi Miço'nun bu haline şaşırdı. Zaten Zeze'nin kaybolduğu geceden beri durgundu. Şu an Zeze'nin boynuna atlaması ve yalaması gerekiyordu. Veterinere mi götürmeliydi acaba. Hiç hayra alamet değildi böyle davranması. Zeze üzüldü.
"Dede neden Miço benimle oynamıyor nesi var hasta mı yoksa." dedi.
"Bilmiyorum oğlum bence bir ara veterinere götürmeliyiz. Şimdi içeri geçelim hava soğuk ben Miço'ya mamasını verip geleceğim."
Zeze içeri geçti. Dedesi mamasını verdi. Bu kasvetli soğuk hava onu içindeki tanımlayamadığı duyguları gün yüzüne çıkarıyordu. Sanki hala eksik bir şeyler vardı ama torununu bulmuştu. Mutlu olması gerekmiyor muydu? Neden hala bir sıkıntı varmış gibi hissediyordu. Tüm bu düşüncelerini rafa kaldırdı uzun zamandır karargaha gitmemişti onu bekleyen tonla işi vardı onları halletmesi gerekiyordu. Eve gitti kıyafetlerini değiştirerek Zeze'ye seslendi.
"Zeze ben karargaha gideceğim işler birikti sen evde oyuncaklarınla oyna ben akşam olmadan gelirim. Acıkırsan masanın üstündeki menemenden yersin."
"Tamam dedeciğim."
Muzaffer evde çıkarak karargaha gitmek için yol aldı. Varınca askerler onu gördü hazır ola geçtiler çoktandır görmediği ve özlediği arkadaşlarıyla hasret giderdi.
"Ooo neredesin sen Generalim özlettin vallaha kendini"
"Bende özledim Salih nasılsınız işler nasıl"
"İyiyiz çok şükür."
Muzaffer herkesle konuşup hasret giderdikten sonra odasına geçerek işlerini halletmeye koyuldu. Tüm dikkati işteydi. Saatler süren çalışmanın ardından işlerini bitirdi ve eve dönmek için karargahtan çıktı. Zeze'yi özlemişti saatlerdir ayrı idi torunundan. Eve varınca Zeze'ye seslendi.
"Zezee Zezeee"
"Sen mi geldin dede?"
"Ne yaptın bu gün yavrum"
"Aldığın resimleri boyadım ama güzel olmadı renkler hiç hoşuma gitmedi."
"Beğenmediysen farklı renkler alabiliriz."
"Gerek yok dedeciğim, oyuncaklarla daha fazla eğleniyorum."
"Nasıl istersen kerata, ha bu arada aldığım abur cuburları fazla kaçırmadın değil mi?"
...
Mutfağa gelerek birlikte yemek yiyen dede torun midelerini doyurduktan sonra salona geçtiler Muzaffer torununu sırtına alarak uçuruyor ve onunla oyunlar oynuyordu. Eğlence ile geçen birkaç saatin ardından yoruldular ve kanepeye oturdular. Muzaffer Zeze'yi salonda yalnız bırakarak kirli bulaşıkları yıkamak için mutfağa gitti. İşi bittikten sonra salona döndü ve Zeze'yi odasına götürerek yatağına yatırdı.
"Dede bana masal okur musun?" diye sordu Zeze.
"Tabi okurum dedeciğim" diyerek masal kitabi almak için Zeze'nin dolabının önüne geldi. Kitabı alarak yatağın yanına gelen dede torunun yanına uzanarak ona masal okumaya başladı. Bu çirkin ve güzelin masalıydı. Zeze'nin masalın sonuna kadar uyanık kalıp dinleyemeyeceğini biliyordu o yüzden yarısına kadar okudu sonra torununa bakınca uyuduğunu gördü ve şaşırmadı. Torunu çok garipti daha az konuşuyor ve sürekli uyuyordu. Eski Zeze'yi özlemişti Muzaffer. Yataktan kalkarak kendi odasına geçti kıyafetlerini değiştirerek yatağa girdi ve kendini uykunu kollarına bıraktı.
Zeze orası tehlikeli uzak dur oradan çok yaklaşma diyordu Muzaffer. Lakin torunu onu dinlemedi ve daha da yaklaştı. Eğer biraz daha yaklaşırsa gölün içine düşecekti fakat olan oldu ve Zeze gölün içine düştü. Muzaffer torununa doğru koştu ve onu kurtarmaya çalıştı ama torunu yoktu suyun içinde birden yok olmuştu. Sanki su onu eritip yok etmişti. Ellerine bakınca kan lekeleri gördü bağırmaya başladı ve bir anda yataktan sıçrayarak nefes nefese uyandı. Torununu kaybetme korkusu tüm vücudunu sarmıştı acele ile yataktan kalkarak Zeze’nin odasına gitti ve yatağında uyuduğunu görünce derin bir oh çekti. Torununun alnından öptü. Bir kez daha Allah'a şükür etti. Önce odasına giderek komidindeki sigarayı aldı çok içmiyordu ama gördüğü bu kötü kabusun üstüne iyi giderdi. Balkona çıktı manzaraya karşı sigarasını yaktı. İçtiği sigarının dumanını içindeki sıkıntılar olarak yorumluyor, her dumanı üflediğinde içindeki sıkıntılardan kurtuluyordu. Ama artık bu da yetmiyordu o kadar büyük bir eksiklik vardı ki içinde ne yaparsa yapsın dolduramıyordu. Acaba bunun geçmişte verdiği kayıplarla bir alakası olabilir miydi? Yine o eski günler geldi aklına, toy bir er olduğu günler. Henüz bıyığı yeni ıslanmıştı. Özlemişti aslında o çoşkulu hayatını vatanını canla başla koruduğu günleri. Artık yaşlanmıştı saha görevlerine çıkmıyor, eline silah almıyordu. Eskileri yad edince yavaşça kıvrıldı dudağının kenarı. Evet çok şehit vermişti lakin mevzu vatansa her şeye el verirdi bu yüreği. Zaten bunun için hayatını feda etmemiş miydi? gençliğinden vazgeçmemiş miydi?
20 Temmuz 1980
Soğuk hava kasvetini yansıtırcasına esiyordu. Askerler soğuktan korunmak için bir aradaydılar lakin ani bir baskına uğrarlar diye bir saniye olsun ellerindeki silahları bırakmıyorlardı. O askerlerden biride Muzaffer'di. Henüz çok toydu yeni yeni erliği öğreniyordu. İlk saha görevlerinden biriydi. Askerlik duygularını ilk defa tecrübe ediyordu. Vatanı için savaşmak onun için bir gururdu. Cephede çok sayıda 15-16 yaşlarında erler vardı. Şu an ellerinde kalem kağıt olması gerekiyordu oysa ki. Derken beklenen ani baskın gerçekleşti. Silahlar patlamaya başladı. Kahretsindi. Çok güçlülerdi. Henüz on altısında silah arkadaşı Hasan'la birlikte yere yatarak çatışmaya başladılar. Yan sırada tek tek şehit olan arkadaşlarına baktı. Adımını attığı her yerde vatan neferleri. Rüzgar ve soğuk daha çok bastırıyordu. Dayanmak güçleşiyordu. Rüzgarın uğultuları çoğaldı. Silah sesleri yakınlaşıyordu. Birden çok yakınından bir silah sesi geldi. Korkulu bakışlarını sesin geldiği yöne çevirdiğinde Hasan'ın acı dolu nidasını duydu. Evet can dostu çocukluk arkadaşı vurulmuştu. Dayanmalıydı. Kafasında bulunan bereyi hızlıca çıkardı ve kanayan yaraya bastırdı.
"Kardeşim dayan"
"Bırak beni Muzaffer çatışmaya devam et ziftinme (oynamak), vatanının sana ihtiyacı vardır. Bana laf gavıtlamak (laf yetiştirmek) yerine vatanın için savaş. Neferlerinden avkırı (geri kalmak) olma."
Arkadaşını acı içinde bırakan Muzaffer, silahını ele alarak büyük bir nefretle düşmana karşı saldırıya geçti. Çok fazlaydılar. Mecalleri kalmamıştı. Direnmeleri gerekiyordu. Aileleri için vatan için din için namus için savaşmalıydılar. Ellerinden gelen her şeyi yaptılar lakin düşman askerler çoktu yetemediler. Hızlıca burayı terk etmeliydiler. Hasan'ı sırtına alarak hızlıca cepheden uzaklaştı Muzaffer.
Soğuk kış kıyamete rağmen Darruşşifaya yetiştiler. Hasan gibi çoğu yaralı asker buradaydı. Arkadaşını, sevdiklerini ondan almışlardı. Hasan'ın durumu çok ağırdı. Saatlerce tek iyi bir haber dahi vermemişti hemşireler. Hasan ile ilgilenen hemşireyle dost olmuştu Muzaffer. Aradan günler geçmişti. Düşmanlardan ses yoktu. Hasanın durumu kötüye gidiyordu. Derken bir gün Hasan'ın ölüm haberi geldi. Bu haberi duyduğu an yıkıldı Muzaffer. Nasıl nasıl gidebilirdi? Yediği içtiği ayrı gitmediği dostu kardeşi gitmişti. Hemşire Muzaffer'e destek olmaya çalışıyordu lakin hem içi hem de vatanı parçalanan Muzaffer'in içindeki bu yangın söner miydi ki? Verdiği yüzlerce şehidin, kaybettiği arkadaşlarının acısını yüreğine gömdü. Rus askerleri bu sırada tüm köy halkını bir araya toplamaya evleri yağmalamaya başlamıştılar. O anaların çocukların acılı feryatları tüm Kaira'yı inletiyordu. Tüm halka Kaira gölünün yanında elleri kolları bağlı bir şekilde duruyordu. Tek tek herkesin ruhlarını bedenlerinden haşince ayırdılar. O cansız bedenler gölün derinliklerine karıştı. "Artık burada tek bir sinek dahi hayatta kalamamıştır çekilin." diye emir verdi Rus komutanı. Muzaffer geldiğinde her şey için çok geçti...
Yine dalmıştı kafasının içindeki kara mahzene. Sigarasının bitmiş olduğunu farketti. Kafasındaki düşünceleri uzaklaştırmak için yüzünü ellerinin arasına aldı ve birkaç kez sertçe ovaladı. Buz tutmuş adımlarla odasına doğru yürüdü her ne kadar tekrar uyumak onun için çok zor olsada. Az önce kabusla fırladığı yatağa geri uzandı, gözlerini kapattı uyuyabileceğini sanmıyordu ama Muzaffer'in uyuması sadece bir kaç dakikasını almıştı. Sabah Miço'nun şiddetli havlamaları ile uyandı. Bu köpek sabah sabah neden bu kadar af kuruyordu. Belki de yemi bitmişti kontrol etmek için bahçeye çıktı. Ve gözleri şokla açıldı. Miço'nun ağzında kirli bir kıyafet parçası vardı. Eğildi yıpranmış parçayı ellerinin arasına alarak inceleyecekti ki Miço hızla koşmaya başlamıştı. Muzaffer birine bir şey oldu düşüncesiyle Miço'yu takip etti. Miço’yla Kaira'nın yakınlarında bulunan bir yere geldiler. Burası daha önce kazılmış gibi duruyordu Miço oranın üstünden hiç ayrılmadan havlıyordu belli ki bir şeyler vardı o toprağın altında. Muzaffer eve dönerek bir kürek aldı ve oraya geri döndü hızlıca torağı kazmaya başladı bir yandan da Miço patileriyle torağı eşeliyordu. Derken bir bedene rastladı şok içinde elinden düştü kürek, nasıl olabilirdi; günlerdir zaman geçirdiği torununun cansız bedeni basıp geçtiği toprağın altındaydı. Dehşetle yere bıraktı feri çekilmiş bedenini. Nasıl olabilirdi? Bu çünkü bu ceset yeni gömülmüş gibi değildi. Gözleri karşısındaki cesede takılı kaldı gözlerindeki o donuk ifade yok oldu ve kafasındaki boşluk doldu. O yapmıştı. Torunun öldüren oydu...
O Gece
"Zeze Zeze gel buraya"
Zeze dedesinin telaşlı sesini duyunca panikle geriledi. Tam o sırada Muzaffer göle varmıştı. Bir göle birde torununa baktı ve başına aniden keskin bir ağrı girdi. Lanet olsundu. Yıllar evvel burada olanları hatırladı. Rüzgar daha da kuvvetli esmeye başladı. Muzaffer başını tutup geriye sendeledi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Zeze Muzaffer'i ilk defa böyle görüyordu. Ürkmüştü. Adeta ölümün karanlığını andıran siyah gözleri şaşkınlıkla büyüdü.
"D..dede iyi misin…"
Torununa doğru atıldı. Zeze dedesinin bu kadar hızlı kendisine atılmasıyla irkilerek geri gitti. Yer artık Muzaffer'in ayağından kayıyordu. Sinir tüm bedenini ve ruhunu ele geçirmişti. Ve birden gölle arasında bir adım bulunan Zeze korkuyla geriledi. Ve kendini gölün içinde buldu. Lakin Muzaffer bir süre hiçbir şey yapmadı. Sanki bu o değildi. Gecenin karanlığında çekirge sesleri git gide çoğalıyordu. Ayağı boşluğa denk gelmesiyle göle düştü. Evet yüzlerce masum bedeni yutan Kaira'nın lanetiyle boğazına kadar sarılmıştı. Zeze'nin küçük bedeni suda çırpınmaya devam ediyordu. Muzaffer torunun kurtarmak yerine kafasına uzanarak suyun içine bastırdı. Zeze çırpınıyor kurtulmaya çalışıyordu. Kaira'nın lanetini ancak Zeze'yi kurban vererek bitireceğini düşünüyordu veya kafasındaki sesler ona böyle söylüyordu. Zeze çırpınmayı bırakmıştı çünkü artık yolun da yaşamının da sonuydu. Muzaffer'in yıllardır kafasında bir köşede gizlenen bipolar bozukluğu harlanmıştı.
BESA 1 Mart 2008, Kaira, Muzaffer
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi
#meb_iys_dosyalar/12/01/323205/dosyalar/2023_04/05103232_kaaiiraa.docx buradan indirebilirsiniz.
Adres:
Şehit Mustafa Gündoğdu Mah. Aydınlık Cad.İnsaf Sk. No1
Telefon
04262138058